Bir hikâyeyle başlayalım. Çünkü hikâyeler bizim yaşadığımız, yaşandığını sandığımız gerçeklerin iç yüzünü gösteren kurmaca metinlerdir. Ve aslında bizim gerçek sandığımız şu anda içinde yaşadığımız kurguyu anlamayı sağlarlar. Hikâyeler kurgudur ve kurgu olduklarını bilirler. Oysa modern dünya kurgu olmasına rağmen gerçekmiş gibi bizi inandırmak ister. Gelin Ursula K. Le Guin'in "Omelas'ı Bırakıp Gidenler" hikâyesiyle başlayalım…
Hikâyemiz bir kent hakkında: Omelas. Neredeymiş? Ne zaman var olmuş? Ve Hala var mıymış? Hiç sormayın; ben de bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, o da bu kentin insanlarının mutlu insanlar olduğu. Bu yurttaşlar mutlu olmakla birlikte basit insanlardan da değilmiş, entelektüel düzeyleri yüksek, şiddete meyyali olmayan, demokratik kararlar alan ve bunu da hep birlikte yapan, kendilerine bakan insanlarmış. Ne ilkellermiş ne de teknolojiye bağımlı. Kısacası hoş bir kentmiş işte Omelas. Lâkin hoş bir kentmiş ama her güzelin bir kusuru olur misali bu kentin böyle devam etmesi bir şarta bağlı imiş. O güzelim binaların birinin bodrum katında, kapısı kilitli pencereleri olmayan pis bir odada, kötü kokulu, pis mi pis, zayıflıktan kırılmış sayılan, geri zekâlı gibi görünen bir çocuk yaşarmış. Çocuk kimsesizlikten konuşmayı neredeyse unutmuş ve o biliyor ki onu oradan çıkarmaya kimse gelmeyecek… Sadece sair zamanlarda kapı açılıyor ve meraklı bazı gözler çocuğa bakıyor, konuşmadan çocuk hatırladığı bir iki cümleyle "iyi olacağım, lütfen bırakın beni" diyebiliyor sadece. Omelas'ın bütün sakinleri biliyor o çocuğun orada olduğunu. Ve dediğim gibi onların mutluluğunun anahtarı o çocuk. Mutlu olmaları o çocuğun o izbe odada olmasına bağlı. Eğer ki o çocuk o iğrenç yerden gün ışığına çıkarsa Omelas'ın güzelliği, saadeti yıkılacak, yok olacak. Tek bir kişinin mutsuzluğu, binlerin mutluluğuna yol açıyor. Ve de birinin mutluluğu binlerin felaketi olacak. Bu çocuğu gidip görüp mutluluklarının ona bağlı olduğunu önleyen kimileri evlerine bu duygularla dönerler, bazıları evlerine dönmezmiş. Güzel sokakları, hoş yolları geçip giderler karanlık tarlalara yol alırlarmış. Gözden kayboluncaya kadar giderlermiş karanlığa doğru yürürler Omelas'ı bırakıp giderlermiş."
Tek bir kişi hariç herkesin mutluluğu için Omelas'ta kalanlardan olmak ile o bir kişinin mutsuzluğuna dayanamayıp Omelas'ı bırakıp gidenlerden mi olmak?! Yahut o kişiyi hizbe odadan kurtarıp mutsuz da olsa Omelas'ta yaşamak mı?
İnsan hakları kuramı bu cevaplar üzerinden kendisini inşa etmek zorundadır. Bu sorulara cevap aramayan yahut bulamayan bir insan hakları kuramı çökmüş demektir. Bu sebeple, insan hakları kuramının sorması elzem olan sorularının devlet teorisinin aradığı sorularla da kesişmek zorunluluğu bulunur. İnsan haklarının kıyısında kalan mülteciler her iki kuramın da ortak paydalarını oluşturur. Evrensel olduğu iddiasındaki insan hakları mülteciler söz konusu olduğunda patinaj yapar. Bu mesele; insan hakları hukukunun kayganlığı, kırılganlığı veya tamamlanmamışlığına ilişkindir başka bir anlatımla… Evrensel olduğunu iddia eden insan hakları, özellikle de mülteciler söz konusu olduğunda, "devletin yurdu" unsuruna sıkı sıkıya bağlı kalır. İnsan hakları kuramı bu kavram üzerinden şekillenir ve şu an için başkası mümkün görünmemektedir. Büyük laflar eden hukuk metinleri var elimizde. Oysa dünyanın her yerinde insan hakları ihlalleri süregidiyor. İnsan hakları adaleti sağlayacak birçok aracı tasarladığını iddia etmektedir. Ama gerçek böyle mi? İşte tam bu noktada, Adalet Tanrıçası Themis'in ruhunu şad etmek gerek. Hepimizin bildiği Themis'ten bahsediyorum: hatırlayın gözleri kapalı adalet tanrıçası. Söz konusu mülteciler olunca daha bir sıkı bağlıyor sanki gözlerini. İnsan hakları kuramı evrenselliğini sadece dillendirirken gerçek bize bunun tam aksini gösterir.
Bir hikâyeyle başlayalım. Çünkü hikâyeler bizim yaşadığımız, yaşandığını sandığımız gerçeklerin iç yüzünü gösteren kurmaca metinlerdir. Ve aslında bizim gerçek sandığımız şu anda içinde yaşadığımız kurguyu anlamayı sağlarlar. Hikâyeler kurgudur ve kurgu olduklarını bilirler. Oysa modern dünya kurgu olmasına rağmen gerçekmiş gibi bizi inandırmak ister. Gelin Ursula K. Le Guin'in "Omelas'ı Bırakıp Gidenler" hikâyesiyle başlayalım…
Hikâyemiz bir kent hakkında: Omelas. Neredeymiş? Ne zaman var olmuş? Ve Hala var mıymış? Hiç sormayın; ben de bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, o da bu kentin insanlarının mutlu insanlar olduğu. Bu yurttaşlar mutlu olmakla birlikte basit insanlardan da değilmiş, entelektüel düzeyleri yüksek, şiddete meyyali olmayan, demokratik kararlar alan ve bunu da hep birlikte yapan, kendilerine bakan insanlarmış. Ne ilkellermiş ne de teknolojiye bağımlı. Kısacası hoş bir kentmiş işte Omelas. Lâkin hoş bir kentmiş ama her güzelin bir kusuru olur misali bu kentin böyle devam etmesi bir şarta bağlı imiş. O güzelim binaların birinin bodrum katında, kapısı kilitli pencereleri olmayan pis bir odada, kötü kokulu, pis mi pis, zayıflıktan kırılmış sayılan, geri zekâlı gibi görünen bir çocuk yaşarmış. Çocuk kimsesizlikten konuşmayı neredeyse unutmuş ve o biliyor ki onu oradan çıkarmaya kimse gelmeyecek… Sadece sair zamanlarda kapı açılıyor ve meraklı bazı gözler çocuğa bakıyor, konuşmadan çocuk hatırladığı bir iki cümleyle "iyi olacağım, lütfen bırakın beni" diyebiliyor sadece. Omelas'ın bütün sakinleri biliyor o çocuğun orada olduğunu. Ve dediğim gibi onların mutluluğunun anahtarı o çocuk. Mutlu olmaları o çocuğun o izbe odada olmasına bağlı. Eğer ki o çocuk o iğrenç yerden gün ışığına çıkarsa Omelas'ın güzelliği, saadeti yıkılacak, yok olacak. Tek bir kişinin mutsuzluğu, binlerin mutluluğuna yol açıyor. Ve de birinin mutluluğu binlerin felaketi olacak. Bu çocuğu gidip görüp mutluluklarının ona bağlı olduğunu önleyen kimileri evlerine bu duygularla dönerler, bazıları evlerine dönmezmiş. Güzel sokakları, hoş yolları geçip giderler karanlık tarlalara yol alırlarmış. Gözden kayboluncaya kadar giderlermiş karanlığa doğru yürürler Omelas'ı bırakıp giderlermiş."
Tek bir kişi hariç herkesin mutluluğu için Omelas'ta kalanlardan olmak ile o bir kişinin mutsuzluğuna dayanamayıp Omelas'ı bırakıp gidenlerden mi olmak?! Yahut o kişiyi hizbe odadan kurtarıp mutsuz da olsa Omelas'ta yaşamak mı?
İnsan hakları kuramı bu cevaplar üzerinden kendisini inşa etmek zorundadır. Bu sorulara cevap aramayan yahut bulamayan bir insan hakları kuramı çökmüş demektir. Bu sebeple, insan hakları kuramının sorması elzem olan sorularının devlet teorisinin aradığı sorularla da kesişmek zorunluluğu bulunur. İnsan haklarının kıyısında kalan mülteciler her iki kuramın da ortak paydalarını oluşturur. Evrensel olduğu iddiasındaki insan hakları mülteciler söz konusu olduğunda patinaj yapar. Bu mesele; insan hakları hukukunun kayganlığı, kırılganlığı veya tamamlanmamışlığına ilişkindir başka bir anlatımla… Evrensel olduğunu iddia eden insan hakları, özellikle de mülteciler söz konusu olduğunda, "devletin yurdu" unsuruna sıkı sıkıya bağlı kalır. İnsan hakları kuramı bu kavram üzerinden şekillenir ve şu an için başkası mümkün görünmemektedir. Büyük laflar eden hukuk metinleri var elimizde. Oysa dünyanın her yerinde insan hakları ihlalleri süregidiyor. İnsan hakları adaleti sağlayacak birçok aracı tasarladığını iddia etmektedir. Ama gerçek böyle mi? İşte tam bu noktada, Adalet Tanrıçası Themis'in ruhunu şad etmek gerek. Hepimizin bildiği Themis'ten bahsediyorum: hatırlayın gözleri kapalı adalet tanrıçası. Söz konusu mülteciler olunca daha bir sıkı bağlıyor sanki gözlerini. İnsan hakları kuramı evrenselliğini sadece dillendirirken gerçek bize bunun tam aksini gösterir.
Taksit Sayısı | Taksit tutarı | Genel Toplam |
---|---|---|
Tek Çekim | 50,00 | 50,00 |
2 | 26,00 | 52,00 |
3 | 18,00 | 54,00 |
Taksit Sayısı | Taksit tutarı | Genel Toplam |
---|---|---|
Tek Çekim | 50,00 | 50,00 |
2 | 26,00 | 52,00 |
3 | 18,00 | 54,00 |
Taksit Sayısı | Taksit tutarı | Genel Toplam |
---|---|---|
Tek Çekim | 50,00 | 50,00 |
2 | 26,00 | 52,00 |
3 | 18,00 | 54,00 |